6 Ocak 2011 Perşembe

iç-azar



Brieflerin hala tamamlanmadi.
Patti Smith -Bjork arasinda gidip gelen pagan serzenişlerinle de bitmeyecek gibi ?!?

Bir an önce kıçını kaldırsan mı?

Yoksa tanrılarından vinç mi dileyelim?

Bebeğim,
Seçim senin
Ve
Her zaman senin oldu

17 Ağustos 2010 Salı

Göç Yolları Ayşe Kamışlı Uçuşu #9



Joy & Liz ,6 Kasım 2009
Kendi kendine mırıldanıyordu Joy. Aynanın önünde çantasına prova için tüm eşyalarını koyup koymadığını kontrol ederken...
Mırıldanmaları, yüksek sesli bir şarkıya dönüştü.
“I want to be a part of it!”. Sağ ayağını çat diye yere vurdu. “New York New Yoooooork!”
İçeride çay içen büyükannesine bağırdı: “Büyükanne, ben çıkıyorum!”
Büyükannesi ise “Sonunda! ” diye melodik bir İngiliz aksanıyla ona geri seslendi.
“Lütfen ben evde yokken yatakların üzerinde zıplama büyükanne, yatakları bu kadar sık değiştirmekten bıktım doğrusu!”
“JoooOOy , lütfen dırdırlanmayı keser misin? Yatakların üzerinde zıplamanın nesi kötü? Hem sana neden Joy adını verdiğimizi unutuyorsun! Her zaman 6-7 yaşlarının neşesinde ol diye!” diye şırıldayan bir sesle iletti mesajını büyükanne. “Üzerine kediler & köpekler ve bombalar yağsa bilee!”
“Yağmur şarkısını yine söylemeye başladı bu da ha!” diye güldü Joy, neşelendi adına uygun bir şekilde...
“Tamam tamam, yağmurlar ve bombalar düşerse gökten, o zaman zaten yatağın önemi kalmayacak!” .”Çıktım bileeEEeee, akşama görüşürüüüÜüÜz !” diye bağırdı Joy büyükannesine, onun İngiliz aksanını taklit ederek...
Evin içinde asılı kalan tüm notalar kızıl ve kıvırcık saçlarının arasından süzülerek, onunla birlikte apar topar merdivenden inip, evden çıktı(lar).
“BırrrrrRRrr!””
Hisseder hissetmez soğuğu, beyaz tenine küfretti. Nedense yarı İngiliz olması, İngiliz büyükannesinin yetenekleriyle onunkileri bağdaştırdıklarında pek hoşuna giderken, soğuktan üşümesinin tek suçlusu oluveriyordu bu fahrenaytlarda. .
Ana caddeye doğru koştu ve “Taksiii” diye heybetlice bağırdı. Taksi, üzerinde bulmacası olan bir güneş gibi ışıdı. Joy ise soldan sağa 1. kelime olarak taksiye atladı.
“53. Cadde lütfen!”
Yola koyuldular. Broadway sahnesine, provasına gidiyordu. O off-off Broadway’den – Broadway’e çıkmış olan, güzel Joy idi artık. Güzel ve yetenekli Joy. A little Night Music’in oyuncusu!
“Off of off – bu nasıl bir trafik ?” dedi Hintli gibigörünen taxi şöforüne gülerek. Şöfor ise, onunla konuşmayacağını işaret etti dizik aynasından,sağ elini iki yana sallayarak. Bakışları dikiz aynasında birleştiğinde, Joy, adamın alnının ortasında koyu kırmızı bir nokta olduğunu gördü. Aklına büyükannesinin kardeşi geldi. Hindistan’a yerleşen ve orada tüm ömrünü geçirip her sene baharda çeşit çeşit hediyelerle yanlarına gelen o tatlı ve her-zaman-mutlu adam...
Sonrasında gülümsedi kendi kendine. “Demek her zaman mutlu olmak modası Hintlilere özgü değil, Hindistan’a özgü birşeymiş. Şöforun kırmızı noktasına aman!! Basmayalım.”
Sonra ise mırıldanmasından huylanan Hintli sofore aldirmadan kıkırdayıverdi!

**

Liz & Oliver (6 Eylül 1940)
“Seni çok merak ettik, hem o kuşu nereden buldun? ” dercesine meraklı ve ağlamaklı bir bakış attı Liz, Oliver’a!
“Bil bakalım bu kuşu nereden buldum ? Sokaktaaan!ıslık çalıyordu aynı bir insan gibi ,sonra konuştuk onunla!”
“Kuş dili bilmediğini biliyorum” bakışıydı bu sefer gelen.
Liz, savaş sırasında Londra’da, annesini ve babasını bombardıman esnasında kaybetmiş küçük kardeşlerin abla olanıydı. Bu yaşadığı travma yüzünden konuşmuyordu.
“Bu kuşu nasıl yaşatacağız esas, asıl mesele bu!” diye mırıldanırken Oliver, Liz elbisesinin cebinden çıkardığı kuru ekmeği Oliver’a uzatıverdi. Sonra koştu ve yan tarafta yer alan su bardağını getirdi Oliver’a. Islanması için ekmeğin üzerine su damlattı ufak ufak.
“Ama aç kalacaksın Liz” dedi Oliver.
Liz ise “Hıh! Hiç önemli değil “ dercesine kafayı sağa sola salladı. Sonra bir anda titremeye başladı.
“ Ama Liz ellerin , neden titriyorsun sen böyle?” diye yöneltti Oliver sorularını. Sanki cevap alacaktı. Bu travma ne zaman sona erecekti ?
Çekirdek aileden anne ve baba giderse ne olursa o senaryoyu yaşıyorlardı şimdi? Bir aslan kadar cesur olmalıydı. Derin bir nefes alarak, yaşından beklenmedik bir olgunlukla devam etti:
“Hepimiz korkuyoruz Liz, ama sana söz veriyorum bu savaştan sağ çıkacağız. Bambaşka ülkelere barış içinde yolculuk edeceğiz. Hatta bugün yandaki suyunu aldığın tıknaz adamdan duyduğumu sen de biliyorsun , uzak bir yer olan Hindistan’da akrabaları olduğunu söylüyordu, belki biz de oralara gidebiliriz. Hem orası çok sıcakmış.”
Biraz gülümser gibi oldu Liz.
“Bak Liz! Gördün mü keyfin yerine geldi. Bol bol resim çizeceksin!, sözz!”
Sonra kuşun ekmeği kemirmesini izlediler. Liz ona oyalansın diye verilen deftere bir elma çizmeye başladı. Kuş ise, kuru ekmeğini bırakıp, gelip Liz’in resminin üzerine kondu!
Liz’e baktı ve göz kırptı.

**




Göçmen kuş ,6 Kasım 2009

Onun adının Joy olduğunu bilseydim, yeniden tarifini yapardım neşenin. Hele hele bilseydim öncesinde onun bir Broadway sanatçısı olduğunu, çığırtkan olarak işe başvurabilirdim bile New York Belediyesi’nde. Varsa tabii öyle bir pozisyon! Ve iş başvurumun ardından hemen gökyüzüne süzülerek, “OooooOf N’olur bu işi almama engel olmasın kuş olmam” şarkısını mırıldanırdım.
Yerde su birikintisinden su içerken onu görür görmez uçtum ve taksisinin üzerine resmen yapıştım! Onunla yol almalı, o nereye gidiyorsa ben de oraya gitmeliydim.
5 ve 3 harflerinin sesleri birleşti, orada indi kıvırcık ve kızıl saçlar. 53. Cadde.
O an karar verdim!
Burası benim mabedim olmalı, onun olduğu yerlerde ben cıvıldamalıydım.




Ve ilerledim onunla, ve tabiki bir anda aklıma üşüşen sorularla!



“Kimdi, neyin nesiydi, neydik, ne oluyorduk?”
Tiyatro binasına girdiğinde, onun arkasından elbette ben de uçtum! Herkesle şakalaştı. Kulise gidip makyajını yaptı. Kendine aynadan baktığında arkasından onu izlediğimi görmesin diye, pırr uçuverdim kostüm dolaplarına doğru. Orada tüylü bir şapkanın kenarına konuşlandım.
Sonra sahneye çıktı. Kalabalıktılar. Sürekli şakalaşıyorlardı.
Ama o, o kalabalığın deniz feneri gibiydi. Işığının çakması sık olan, her ışıdığında minik kalbimi hoplatan harika bir varlıktı.
Dayanamayıp sahneye, prova ışıklarının olmadığı yere uçtum. Kullanılmayan bir mikrofonun üzerine kondum!


O oyununu oynadıkça,
Desiree Armfeld’in sahnesinin yıldız tozlarında...
Sorularımın cevabını buldum.
O her sahnesini şiir gibi canlandırdıkça;
Şiir kuş olmuş, kuş şiir olmuştu resmen.
Ben Desiree Armfeld olmuştum.
Ve onun gerçek adıyla
Joy olmuştum.

**

Liz , tüm günlerde
Her gece ama her gece,
Joy uyuduğunda,
Başında oturur, kulağına söylerim bu yıldızlı melodileri.
“Hayal kur Joy! Çekinme, uç daha da yükseklere. Uyandığında, sonsuz gökyüzün hayallerin ve rüyalarınla kaplanmış olsun! , Gökyüzü mavi miymiş? Heyhat kim demiş ? Sen nasıl istersen gökyüzün o renk!”
“Hayallerinin en uç noktalarına doğru giderken, bir göçmen kuş çıkacak karşına...Göçmen kuş sana göz kırptığı an doğru yerdesin! Bunu unutma!”

**

Göçmen Kuş , 6 Kasım 2009
Liz’i evine kadar takip ettim. Arada bir geri dönerken bindiği taksinin arkasından bakıp, kontrol ediyordu gelip gelmediğimi. Ona, onun evine doğru uçtuğumdan emin olmak istiyordu sanırım!
Evine ulaşıp, içeri girdiğimizde ilk an soğuk-sıcak farkından tüylerimi kabartasım geldi iştahla.
Sonra ;
Tanıdık ılık bir koku geçti tüylerimin üzerinden. Ben bu kokuyu kesinlikle bir yerden tanıyordum. Bu kokuyu koklamıştım dah önce buna emindim!
Bu koku su gibiydi ve
ve kuru ekmek gibiydi.
Bu koku, koku değil, 6 yaşında bir kız resmiydi sanki.

**

Liz 6 Kasım 2009

“Ben geldim büyükanne!” . “Biraz sonra David de gelecek. Tam taksiyle gelirken,cep telefonum çaldı. Arayan David’di.. Beni tiyatronun kapısında arabayla beklediğini, ama binadan çıkarken beni görmesine ve arkamdan avaz avaz bağırmasına rağmen beni yakalayamadığını söyledi, bir baktım hakikaten arkamızdaki arabadan el sallıyor. Benim minik David’im! –otopark cezası yemesine ramak kalmıştır eminim! Ama yine de beni beklemiş”
“Ahahaah” diye kahkaha attı büyükanne. Mutfaktan geldi ve sarıldı Joy’a kocaman. Vanilya ve kuru ekmek karışımı birşey kokuyordu.
“Büyükanne , çok ilginç bir küflenmeye yüz tutmuş kuru ekmek kokusu alıyorum. Bu da ne allahaşkına?”
“Seni minik burunlu fare! Tüm kokuları nasıl da alırsın!”, “Mesele şu ki sanırım David’den başka misafirimiz de var bu akşam tatlım, ve ben ona eskiden hatirladığı bir lezzeti de hazırladım”
“Aaa kim o---” demeye kalmadan Joy, kapının zili çaldı. “Gelen David olmalı!” diye koşturdu kızıl ve kıvırcık saçlarını hoplatarak. Aynı küçüklüğündeki gibi.

**

Göçmen Kuş, 6 kasım 2009
Göz kırpabilirdim derdimi anlatmak için evet, ama asla “Hımm ben bir demet maydanoz istiyorum lütfen” diye sipariş veremezdim. Biz kuşlar, sunulanı yerdik. Sunulandan farklı birşeyi bulmak için ise doğanın bambaşka restoranlarına doğru katmerli yolculuklar düzenlemeliydik.
O kokuyu duyduğum an anlamıştım ki bu siparişi farkında olmadan ben vermiştim.
Ve bundan böyle biliyordum ki, zaman ve mekandan bağımsız, sürekli kendime göçmekteydim.
Özgür iradem vardı, seçeneklerim vardı.
Sadece;
Kanatlarım yorulduğunda, V grubumun yer değiştirebileceğim diğer üyeleri yoktu.
Koskoca gökyüzünde,
Kendi V harfim ve
Tüm gelecekteki göçlerle,
Ben birdim!


Bir önceki durak:
Göç Yolları sekizinci durak!

E artık son durak:
Göç Yolları Onuncu Durak!

Göç Yolları Portfolio Yaratıcı Reklamcılık Okulu öğrencilerinin yürüttüğü bir ortak hikaye projesidir.
Daha fazla bilgi için
http://gocyollari-yuva.blogspot.com/

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Severim böyle afilli şeyleri & "Tatlı Rüyalar"ı.



İzmir'den kalkacak olan gemi beni tatile götürecek.
İstanbul'dan sabahın köründe göçmüş ve İzmir'i hiç tanımayan biri olarak o kadar yabancıyım ki bu şehre, ilk kafeye oturmak zorundayım.
Bu da beni sömürülmeye müsait bir vaziyette tutuyor.
Ellerimde bavullar ve uykusuzluktan kaymış bakışlarımla kazıklanasıyım.


Her zaman ıvız zıvırlarla doldurduğum çantalarımla Bodrum develerinden hallice ilerlemeye çalışıyorum. Hayali ve tok ,tinggg-tonnggggg zil sesleri eşliğindeyim.

Deniz kenarında bir cahvede (cafe & kahve) sabah kahvaltisi artı 10 tane çay içimlik bir zaman geçirecegimden habersiz, bir sandalyeye oturuveriyorum.

"Burası neresi?" diye garsona soruyorum. Tişörtümde Helvetica 11 punto ile "Kazıkla beni hadi lütfenn" yazıyor.

Zaman geçtikçe, güneş gökyüzünde yükseldikçe garsonla ve eşrafla kaynaşmaya başlıyorum.
"Çay ince belli olsun lütfenn!"
"Hay hayy"
"Şekeri alabilirsiniz, kullanmıyorum"
"Oo kar ettik bugün hadi bakalım."

Kitabım elimde. "Tatlı Rüyalar"ı okuyorum. O kadar dalıyorum ki yanıma bir çingenenin yanaştığını görmüyorum.

Adı Sevtap. Sevtap Abla.
"Bak bak bak" diyor, "Vallahi canim kitaba o kadar dalmıştın ki sana dokunmayacaktım ama birşey beni sana çekti" diyor.

"Neymiş o çeken?" diyorum.
"Gül yüzün , güzel saçların!"

"Sevtap ablaaa, bağlama çekmeee, kazıklama insanları" diyor oradan sürekli bağrışan baş garson.
"Yok yooook, ben parasına değil, canının güzelliğine bakacağım bu falı bu kıza"

Cepten acaaba kaç çıkacak düsüncesiyle, sonrasında ise çıkacağı varsa çıkacak teslimiyeti ile bırakıveriyorum kendimi martavallara.

"Sen" diyor, "Türkiye'ye fazlasın" [Bavullardan anlamış olmalı:] . "Gidip gidip geleceksin uzaklara..."
"Pek beceriklisin, on parmağın aynı durmaz, sıkıntılı ruhun doymaz. Dokuz-beş sana uymaz"
"Yakındır evleniicennn, iki çocuğun olacak , ama oglan cok yaramaz inan" adlı 3 perdelik hayat oyunumu devlet tiyatrosu tadında ozetliyor.

Gül yüzün, güzel sözün, tatlı dilin, oynak belin adlı roman havasıyla gevşiyorum.
Güneş de tepeye vardı. Sıcaaak!
Gevşekliğimden çıkıp;
"Sen" diyorum "Sevtap abla, çok vermişsin etrafındakilere, almayı bilmezsen kalbin üzülür."
Sanki düğmesine basılmışcasına başka bir kapı açılıyor Sevtap ablada
Baş garson, aramızda para alışverişi olup olmadıgından sorumlu bakan olarak dolanırken ortalarda.

"Ah ah" diyor, kendi hayatından tiradlara başlıyor. Hüzünlü bir hikayesi var. Şaşırıyorum. Çünkü Türkçe'yi inanılmaz güzel kullanıyor.
"Sen beni boşverrr"
"Hem bak vallahi" diyor en sonunda "Kitap okuyana yanaşmam, ama beni sana çekti bir şey" diyor. Ekliyor sonra. "Ne okuyorsun sen bakayım?"

"Tatlı Rüyalar" diyorum.

"Haa severim öyle rüyalı afilli şeyleri, çok okurum ben!"
"Sen de rüyaların kızısın besbelli, ben beyaz sevmem esmer ten severim ama bak vallahi bir şey çekti sende beni."

Hala para alışverişi yok.
Benden para istemiyor Sevtap Abla.

Şaşırtıcı bir durum bu. Ama ben şaşırmıyorum.
20 dakikalık bir "Şimdi sayın dinleyiciler,Gönül frekansı kanalından güzel şarkılar zamanı" yaşıyoruz.
O bunu bir hizmet olarak görmüyor besbelli.


Baş garson bakan başlı başına bir zafer nesnesi olarak gördüğü bendenizi bakışlarıyla kurcalıyor. Bu kızdan para alınmamasının ekonomik olarak yansımaları adlı makalesi icin hayali ve resmi defterine not alıyor.
Sonra bavulumu taa nerelere kadar taşımamda yardımcı oluyor. Saygısı var.

Bye Sevtap Abla.
Haydi görüşürüz evribadi!

Diyerek gemiye doğru yol alıyorum.
:D

***


"Şevket patlamanın hemen ardından göğsünden yükselen tok bir ses duydu. Sonra ciğerlerinde anafor gibi yükselen korkunç bir yanma ve acı hissetti. Bir an sonra beyaz tişörtü üzerine yayılan kanı gördü. Korkusuna hakim olmaya çalıştı. 'Bu sadece bir rüya,' diye mırıldandı gözlerini yumarak. 'Şimdi uyanacağım. Rüyalarda hiç kimse ölmez ki...'"

Canını seveyim Alper Canıgüz.
Kitabının benim bu zaferimde etkisi var sanırsam.
Hem böyle bir olaydan ziyade;
Bir gemi yolculuğunda - farzet ki Titanik tadında bir romantiğim - okunacak en güzel kitaplardan senin bu "Tatlı Rüyalar"ın.

Okudum, okuttum. Ve kimi olaylara kahkahalarla güldüm.

Bir insanın tüm benliği ile salata suyuna banmasını yazabildiğin için kalbimde ayrı yerin.

Bir pidecinin paket servisi ile de değişebilir hayatlar. Bunu öğrendim.

Dolmakalemin işlevini değiştirdi artık beynim. Eternal Sunshine of the spotless mind'a gitti arada yüreciğim.

Bu on numara kurguyla, psikolojik altyapıyla, üstelik de harika bir dille yazılmış kitabı okuyun, okutun...
Ara ara dönün tekrar absürdleşin .
Romantik - psiko olup , komedileşin.

Sevin böyle afilli şeyleri.
Bir neşelenin...

Diyecek birşey yok!
Rüyaların ve Freud'un ışığı üzerimize olsun:D

http://www.idefix.com/kitap/tatli-ruyalar-alper-caniguz/tanim.asp?sid=FW2SSJQ41R6RK0ZOZQO8

Viva la Mykonos & Portfolio Magick & Astroloji



Portfolio.
Ya şu Portfolio’nun hayatımı değiştirmesi .
Evet o gece ile. O gece ben bir Shakespeare tartışmasından dönmüştüm. İngilizce konuşma dersimde ingilizcemin boyuna posuna bakmadan atıldığım maceralarımla yine ayvayı yemiştim. Senin neyine İngiliz edebiyatını tartışmaya girmek. Neyine ha neyine diyen ruhuma inat gitmiştim ulen işte. Çünkü az buz biliyordum. Mina Urgan sağolsun!! Aşık Shakespeare’i de izlemiştim. Bir boka yaramadı ama aşka daha bir inandım sanki. O ne oyunculuktur be kardeşim o filmdeki de.
Dönerken dersten, Caddebostan Starbucksta indim minibüsten. Gittim kendime fatte aldim, bol yağlı latte. Yağlı sütlü.
Üstümde bok yeşili montumla dışarıya oturdum, soğuksa da soğuk. Harry Potter filminden çıkma gök yüzüne karşı.
Ay.
Önünden bulutlar geçiyor.
Ay yok.
Bulut
Bulut hafif ışıyor.
Sonra kafamı sanki bir ip sola doğru çekiyor. Aya bakarken bambaşka bir yuvarlağa bakıyorum. Pembe birşey. O ne lan diyorum sonra? İçeriye doğru bakıyorum. Aaa orda da ay var. Lamba!
“Ne psişikk bişşşii buu “diyorum kendi kendime.
Ruhumun sıkışık sidik torbası ise hala Shakespeare ringinde adam gibi dövüşemeyip yenilgiye uğramamda. Bir işesem- pardon konuşsam rahatlayacağım.
Yasemin’i arıyorum.
“Gelsene” diyorum “Yahu , iki adım gel, kahve içelim”.
O geldiğinde ise yine aynı muhabbet. Çoktandır – bana 15 kilo marshmellow yedirtecek kadar çoktandır- benim ne kadar da mesleğime uygun olmadığımı, aslında kreatiiiiğf bir yöne kaymam gerektiğini tartışıyoruz.
Bacak bacak üstüne atmaktan , -gerçekten bu eylemi yapmaktan- yoruluyorum.
Ne kadar toprak!
Karar vermem hep uzun sürüyor. Ama ondan sonra kimse beni tutamaz.
Atılım!
Her merak ettğini aramak . Sormak. İlle de küçüklüğümden gelen bir huyum.
Civciv görüyorum : “Dede bu guş beni yiyer mi?”
“Yemez yavrum baksana kaçta birin o senin.“
“Dede balkonun sapına guş kondu.”
Guşlara takıntılı bir miniş, pek yıl sonra koca kazık haliyle telefonla arıyor Portfolio’yu.
“Ay ben sizi ay filan..very romantik , ay bir baktım sizin de aynı lamba ay , ayy iyice psişik.” Birtakım birşeyler geveliyorum. Reklamcılıktan ne kadar uzağım??
Telefondaki ses mantıkla açıklıyor olayı. “Gelin görüşelim”. Ne de güzel ses tonu. Esmer belli sesinden.
Derken gittiğim andan sonraki mülakat aşamasını geçmek istiyorum çünkü o bir film konusu . En çok Vajina Monologları’nı izlemeyişime üzüldüm yalnız ondan sonra rüyalarımdaki Broadway’de... Çünkü ondan önce hep kafama takılan soru:
“Ben neden yutdışına hiç çıkmadım lan?”
Nedir bu üzerimdeki ölü toprağı?
Bak yine toprak!
4 yaşında filanım.
Bir gün teyzemin yanına gidiyorum ve diyorum ki :
“Teyze sen Singapur’a git ve bana sarı çiçekli sütyen getir.”
Teyzem “Tamam tatlım” diyor ama ne alaka diye içinden geçiriyor.
Ama asıl olay bundan sonra kopuyor:
Ondan bir süre sonra teyzem THY’de hostes oluyor. Çok sürmüyor Singapur’a gitmesi. Ve bana da sütyenimi getiriyor. 4 yaşındaki çocuk sütyeni neden ister allahını seversen?
Neyse ben Yunan Adalarına gidiyorum şimdi.
İlk defa yurtdışına çıkıyorum.
Ailede iki insanın buzdolaplarının üstündeki magnet sayısını eşitlemek bundan sonraki amacım.
Çünkü teyzemin dolabında artık beyazlığa dair hiçbirşey yok! Msıır’ın devesi ile Cape Town’un masa dağı arasında bir yerlerde sucu’nun telefonu yer alıyor. Uyduruk bir şekilde yazılmış .
Sahi sucuların neden uyduruktur kartvizitleri? Onlara muhtacız diye mi?
Yunan adalarında biraz mitoloji dinlemeye gidiyorum. Mykonos’ta ise o mitoloji acayip club müziklere dönüşecek.
Ay duyguları iletir astrolojide. Ay feminen ve kararı doğru veren..Aslında yansıman, çünkü o da ışığını güneşten alan. Güneş ise sensin!
Doğru karar senin..
Doğru yerdesin!

(10.07.2010 sabaha karşı 1 filan civarı yazılmış bir yazı.)

4 Temmuz 2010 Pazar

Being John Malkovich



(Çap çap çap çap çap)

Şafaiğfmaifam..

Alkış yaparken bir yandan da çeneyle yazamadım, çok pardon!

Sofia Coppola'nın eski kocası Spike Jonze'un yönettiği, Charlie Kaufman'ın ise senaryosunu yazdığı bu harika film için bu cümlenin başındaki giriş yakıştı mı şimdi dedikodu kolonu gibi?

Hayır bir adamın bir filmi yönetirken etrafında ne haltlar döndüğünü bilmek lazım değil mi ey canlar? Ben oradan yola çıkarak başladım iki önceki cümleye...

Bu adam tek tabanca mı gidiyordur eve yoksa kendisi de yönetmen olan Sofia da o an karede miydi? Ne yer ne içer ? Bir John Malkovich altbenliği şeklinde yanlışlıkla John'un evine gitmesin veya "Aman Spike, Charlie ile terli terli senaryo oynamayın evladım!"

Ben bunları da düşünürüm.

Tıpkı annemin beni John Malkovich'in bu sene mayısta Türkiye'de oynadığı oyuna göndermeye çalışarak beni düşündüğü gibi.


"İnanmıyoruğumm Tuğçeeeeeyy John Malkovich Turkiye'ye geliyormuş. İnanmıyorumm... Asla bunu kaçıramazsın. Bilet paranı ben veriyorum. Gidiyorsun. Ahh ah ben de gelebilsem keşke..."

"Anne manyak mısın ya? Ne bilet parası ,hem ben neden tek gidiyorum ? Sen de gelsene!"

"(Ağlamaklı bakışlarla)Babanı terketmek istemiyorum..."

"???"

Böyle bir anneden John Malkovich sevmeyen bir bünye çıkamayacağını herhalde takdir edersiniz.
:)

Bu filmi iki kez izledim. Filmin ana hikayesi şöyle:

John Cusack'ın mükemmel bir şekilde canlandırdığı kuklacı Craig Schwartz yeni girdiği yedi buçukuncu kattaki (!) işinde tesadüfen bir tünel bulur. John Malkovich'in zihnine gitmektedir bu tünel...

Bambaşka bir karakter olan karısı Cameron Diaz'ın belki de oyunculuktaki tepe notaları öptüğü rolü olan Lotte Schwartz karakteri ise histeride on numaradır. Tünelden geçerek en çok John Malkovich olmak isteyen kadındır. Nedeni ise Maxine'dir.

Yine Catherine Keener... Yine filmleri çekip çeviriyorsun dear Maxine...
Olmaz ki?
Bu kadar da cool olunmaz ki şekerim? Bak Cameron'u bile kendine aşık ettin, beni nasıl etmeyesin?

Nitekim olaylar gelişir. Maymunların iç dünyasına dahi yolculuklar yapılır :) (Ki Charlie Kaufman'ın sevdiği türden göndermelermiş maymunlar...)

John Malkovich'in kendi zihnine yolculuk yaptığı sahneler enfessitodur, tadından yenmez! Ve kuklacı haline dönüştüğü zamanlardaki John Cusack ruhu da alkışlanasıdır.

Senaryosu sağlam olan bir film, iyi oyuncularla nasıl daha bir lezzetli hale geliyorsa beyin kıvrımları için, işte burada o müthiş kimya vardır.

"Charlie Kaufman'ın senaryolarında çokça işlediği kimlik krizi, fanilik, soyut ve parapsikolojik çerçevede hayatın anlamı ve ana amacı kavramlarından hangileri bu filmde var?" diye soracak olursanız, "Baba sürreal takılmış, sanırsam bu mevzuların hepsine biraz dokundurmuş be doktor!" derim.

Aslında;
Being John Malkovich;
Anlatılmaz yaşanır.

Öyle bir filmdir ki hem herkesle izlenir, hem yalnız izlenince keyif verir.

İzleyiniz!

http://www.imdb.com/title/tt0120601/

Notum ise: 8
Çünkü bunun ötesi de var:


Bir Charlie Kaufman & Michel Gondry işbirliği olan Eternal Sunshine of the Spotless Mind var sırada...

Bir film, bir beyinde kaç renk, kaç stil havai fişek patlatabilir ?


O da yer alacak burada ...
Israrla takip ediniz!


:D

27 Haziran 2010 Pazar

3.900 TL - Bir Frederic Beigbeder kitabı


Tam bir tuvalet kitabıdır 3.900 TL. (Eski basımıyla adı farklıdır ki bende 2001'deki 2. baskısı var.)

Lütfen tuvalet dedim diye yanlış anlaşılma olmasın.
Ben tuvaletini keskin zihin halleri merkezi olarak gören bir bünyeyim.
Hem benim tuvaletim çok neşelidir.
Çamaşır makinesinin üzerinde tam tuvalete çevrilmiş bir mıknatıslı oyuncak kamera vardır. (Kim demiş mıknatıslar sadece buzdolabı için diye?)
Üzerine basınca "Smileee!" diye bağırıp "Şıkırtss" diye fotoğraf efekti çıkarır.
Her tuvalete girenden siren gibi ses yükselir:

"Bu çekiyor mu gerçekten?"

Hayır çekmiyor kardeşim. Meraklısı değiliz.

Sen yandaki dergileri, kitapları okusana her gördüğüne basacağına!
Yalnız bir tanesi var kitaplardan,hamur oldu, çamaşır makinesi taştı geçen.
Ona dokunma..



**

3.900 TL de meraklısı olmayan bir adamı işliyor sanki. Yazar Frederic Beigbeder'in yarattığı karakter Octave'da senelerdir onu görüyorum ben. Reklam dünyasının tam ortasında, göbeğinde ama adam tümden bir memnuniyetsiz, daha doğrusu rahatsız. Hiç değişmeden sürekli kritik etmek için doğmuş. Frederic'in yalancısıyım , "Octave benim altbenliğim olabilir." diyor. O zaman o da fena.Bu hayata nasıl dayanılır dear Beigbeder?:)


Kitapta bir yerlerde "Kreatifin on altın kuralı" vardi.
Post-itlere yazılası:)

Ve bir pasaj kitaptan:

"[...]Hayat şöyle geçiyor: doğuyorsunuz, ölüyorsunuz ve bu ikisinin arasında karnınız ağrıyor. Yaşamak sürekli karın ağrısı çekmek demek. 15 yaşında, aşık olduğunuz için; 25 yaşında, gelecek kaygısı içinde olduğunuz için;35 yaşında, içtiğiniz için; 45 yaşında çok fazla çalıştığınız için; 55 yaşında, artık aşık olmadığınız için; 65 yaşında, geçmişinizden kaygı duyduğunuz için; 75 yaşında kanser vücudunuzu sarmış olduğu için. Aralarda, anne ve babanıza, sonra öğretmenlerinize, sonra patronlarınıza, sonra eşlerinize, sonra doktorlara itaat etmekten başka bir şey yapmıyorsunuz.[...]"

Nasıl ama?

Bu pasaj aslında sadece bir genel bakış olabilir. Kitabı okuduğunuz an göndermeler silsilesiyle başbaşa kalıyorsunuz.
Yaşama , ölüme, güzelliğe, kokaine,aşka, boka , batağa...

Başbaşa kalınca bu kadar mefhumla, doğal olarak biraz korkuyorsunuz.
Bence korkmadan,

Girin adamın zihnine.
Ve
çeksin sizi bir kendine.

"Smileee!"

"Şıkırtss"

Çevirmen : Renan Akman
ISBN: 975-6612-00-2


O da ne o yee:

http://tr.wikipedia.org/wiki/Fr%C3%A9d%C3%A9ric_Beigbeder

22 Haziran 2010 Salı

Into the Wild



Yönetmenliğini Sean Penn'in yaptığı, senaryosu ise gerçek bir hikayeye dayanan Into the Wild, benim için apayrı bir film.


Her izlediğimde değişik bir mesaj iletir bana.
Öyle özgür ve doğaldır çekimleri ki, kendinizi hakikaten Amerika'nın değişik yörelerinde geziniyor bulursunuz. Tüm roller sizinle konuşur sanki.

Bir başkaldırış filmidir Into the wild.
Kendisine toplumda dayatılan başlıkları kabul etmek istemeyen (Deli mi ne? :) bir genç Christopher McCandless.
İstemiyor araba filan. Öyle iş miş de.

Onun üniversiteden mezun olur olmaz, tüm parasını yakıp Alaska seyahatine yeltenmesini ve bu esnada olanları izliyoruz film boyunca.
Çünkü Christopher bunu istiyor.

Filmdeki göndermeler müthiş.
Christopher - Christ ve insanın aslında sosyal bir hayvan olması gerçeğini yüzümüze tokat gibi çarpsa ne olacak cümlenin gelişine kanan sevgili okur? :)

Christopher sorguluyor..
Deli gibi sorguluyor hem de...
En başta kendisini,
Sonra yollarda karşısına çıkan kişileri..
Herşeyi...
Sorgularken ve ille de kendi yolunda devam ederken, Alexander Supertramp'e dönüşüyor.



Emile Hirsch Christopher rolunde parlıyor. Diğer parlayanlar ise society diye çığırdıkça aklımda yer etmiş Vince Voughn ve birlikte-ama-yalnız ex-hippi Catherine Keener...
O kadar samimi oynuyorlar ki..


Kendi içinizdeki Alexander Supertramp'le karşılaşıp ve onunla oturup bir Türk kahvesi keyfi yapmak için mutlaka izleyin derim.

Size birşeyler anlatmaya çalışıyor olabilir!


Into the Wild @ IMDB